10 Aralık 2015 Perşembe

Ben Bir Anne Doğurdum!

Blog yazmaya karar verdiğimde bir isim bulmam gerekiyordu. Aklıma ilk gelen isim bu oldu; Ben Bir Anne Doğurdum. Eşimle paylaştım, beğenmedi. Çevreme sordum beğenmediler. Emin olamadım ben de, kara kara düşündüm. Ay kaç gün isim aradım, en sonunda yazmayacağım ya daha isim bulamıyorum diye triplere girdim. Sonra bir tane buldum; Anne Koş Peşimden. Hatta açtım bu bloğu. Baktım baktım bir kaç gün, yok anacım içime sinmedi. Sonra dedim "Yaa kim ne derse desin ben ilk aklıma gelen ismi sevdim" ve ani bir kararla ilk seçtiğim isme geri döndüm.

Yaklaşık iki yıldır var bloğum ve defalarca ismi konusunda eleştiri aldım. Bloğun ismi üzerinden çocuğuma anne olma zorunluluğu dayattığımı iddia eden de oldu, oğlan doğursaydın ne yazacaktın diyen de :) Bloğunun ismini çaldığımı iddia eden, hatta bel altı vurup saçmalayanlar bile oldu! Bu süreçte hiç oturup da neden bu ismi seçtiğimi anlatmayı düşünmedim ama bu gün içimden geldi! Sebebini bilmiyorum ama merak ederseniz buyurun okuyun...

Anne olmak için bence çocuk doğurmak yeterli değildir. Annelik kadının kendi içinde yeniden yapılanmasını gerektiren bir durum. Nasıl ki hamilelik sürecinde kadının vücudunda bir sürü değişiklik oluşuyorsa, yavrusunu kucağına aldıktan sonra da ruhunda öyle büyük değişiklikler oluyor. O minicik, savunmasız bebekcik ona bakan kadının ruhunu alıyor, eviriyor çeviriyor ve bir anneye dönüştürüyor. Bu yüzden evlat edinen kadınlar da, tıpkı doğuran kadın kadar belki daha da fazla annedir. Annelik his işidir, yürek yangınıdır, akılla, mantıkla veya fiziksel zorunluluk sonucu "anne" olunmaz.

Ben kızımı kucağıma aldıktan sonra ruhumdaki bu değişimi çok net hissettim ve eminim ki çoğu kadın da hissetmiştir. Öyle sıcak, merhametli, sabırlı, sevecen, şükür dolu, şefkat dolu, fedakar, ve teslim olmuş bir hal ki bu hal, insanın hayatı yeniden anlamlandırmasına sebep oluyor. Ama bu yeni hal ile eski hal arasında çok büyük uçurum varsa olay bir süre sonra çatışmaya dönüşüyor. Bir an kucağındaki çocuğa şefkat dolu gözlerle bakarken, bir an sonra "off yapamıyorum, hiç bir şeye yetemiyorum" diye isyana girilebiliniyor.  İşte ben içimdeki kadının annelik ile mücadele ettiğini hissettim. Değişime tepki verdiğini gördüm. Bazen isyan ettiğini, eski haline dönmeye çalıştığını anladım.

Aynen çocuğumu doğurdum gibi, içimdeki anneyi de ben doğurmuştum ve nasıl çocuğumu büyütüyorsam onu da büyütmem gerekiyordu. Bazen isyan edecek bazen kaçmaya çalışacaktı belki ama o anneydi, yapmam gereken tek şey o anneliğe teslimiyetti. İşte buna çabaladım ve hala çabalıyorum. Bu gün geldiğim noktada sevinerek görüyorum ki, o eski isyan halleri çok azalmış, ruhum daha dingin ve teslim olmuş halde. Mutluyum tabii ama yolun daha çok başındayım. Daha neler göreceğiz kim bilir... 

Yani bu blog aslında Azra'nın büyüme sürecinden çok benim ruhumun çalkantılı anne olma sürecini anlatacaktı. Son kez şöyle açık açık yazayım; Azra ileride anne olacak diye değil bu isim, tamam mı? Anlaştık mı? :)





 
Devamını Oku »

3 Aralık 2015 Perşembe

Öğrenme ve Merak

Öğrenmek ve öğretmek...

İlk okul ve lise yıllarına şöyle bir göz atalım...

Toplumsal algımız her öğrenmede bir öğretenin olması gerektiği yönünde... Bir şey öğrenmek için mutlaka birine ihtiyaç duyuyoruz. Bu birileri büyük ihtimal ile bizim kendimize ait öğrenme şeklimizi bilmediğinden ve öğrenmek için bir ihtiyaç duymadığından, kendi bildiği yöntemle bir takım bilgileri kafamıza sokmaya çabalıyor. Çoğu zaman neyi öğreneceğimizi bile kendimiz seçemiyoruz. Müfredat  neyi öğrenmemiz gerektiğini ön görüyorsa onu öğrenmek zorunda kalıyoruz. Öğrenemiyor isek eğer, başarısız, yeteneksiz, kafası basmıyor oluyoruz. Şans eseri öğrenebiliyorsak veya belli kaygılar veya baskılar sonucunda gençliğimizden çalarak çalışıp sınavlarda yüksek puanlar alabiliyorsak, adam yerine konulup geleceği üzerinde düşünülebilen bireyler oluyoruz.

Çoğumuz (istisnalar hariç) istemediği bölüm bile olsa üniversiteye kapak atayım gerisi gelir diye düşünüyor. Sadece öğrenmek zorunda olduğun için girilen dersler, ezberlenilen binlerce kelime, anlamadan çözülen sorular, geçmek için verilen uğraşlar... Tabii mezun olduktan sonrası da hüsran. Tesadüfen girilen alakasız işler, sevmediği işlerde çalışan mutsuz insanlar... Belki kendini hiç bulamamış ve bulamayacak, isteklerini, arzularını bilemeyecek ama bunun bile farkında olmayan insanlar...

Oysa öğrenme böyle bir şey değil...

Şimdi eğer yakınlarınızda henüz hiç okula gitmemiş bir çocuk varsa ona bakın.. Yürüyor, konuşuyor, binlerce soru soruyor, sayı sayıyor, renkleri biliyor, resim çiziyor, şarkı söylüyor, hayal kuruyor, oyun kuruyor, aklınızın ucuna gelmeyecek enteresan fikirler üretiyor vs. Soruyorum size hangisini oturup öğrettiniz? Sayılıdır. Peki çocuk bunları öğrenirken ekstra bir çaba harcadı mı? Sanmıyorum. Çocuğunuzun sorularından bıktığınız dönem geçmiş veya gelecek olabilir, kim sorduruyor bu soruları? Ne sorduruyor? Neden çocuk sürekli yeni bir şeyler öğrenmek için olağan üstü bir çaba içerisinde? Peki ne oluyor da bu çocuk bir şeyler öğrenmek için gittiği okulda bir süre sonra hiç soru sormaz, ödev yapmaz, ders çalışmaz, okula gitmek istemez duruma geliyor? Eee ne güzel bir şeyler öğreniyorsun ya çocuğum, ne oldu?

Çocuğun içindeki öğrenme hevesi ve merak duygusu çürüyor, yok oluyor çünkü!

Neden?

Çocuğun merak etmesini sağlayan güdü, çocuğun içerisinden gelir. İçsel bir dürtüyle çocuk belli şeylerin peşinden koşan. Bu içsel dürtü öyle güçlüdür ki çocuk merak ettiği bir şeyi öğrenmek için saatlerce, günlerce ya da aylarca çaba gösterebilir. Mesela bir çocuk bitkilerin nasıl oluştuğunu merak etmiş olsun. Bu çocuğa öğretmeni rehberlik ederek bir tohum dikmesini, onu sulamasını tavsiye ederse ne olur?. Çocuk çok büyük ihtimalle bunu yapar, günlerce başında bekler, topraktan çıkan ilk filiz için delice sevinir, heyecandan kalbi çarpar. Sonra ona bakmaya devam eder. Belki çok büyüyünce bahçeye eker. Ve bunun bir ağaç olduğunu, ilk meyvesini verdiğini düşünün... Öyle bir mutluluk, öyle bir gurur ve öyle bir bilgi kaynağıdır ki o meyve, yediği başka hiçbir meyveden o tadı alamaz. Ve bu çocuk duramaz artık. Başka ağaçlar diker, yeni şeyler dener. Belki başarısızlık da yaşar ama yılmaz. O ilk filizi gördüğü anda o merak alevlenmiştir çünkü duramaz.

Bir de şöyle düşünelim... Bu bitkilere meraklı çocuğu öğretmen almış ve bir tahtanın karşısına oturtmuş olsun. Bak çocuğum bu tohum diyerek tahtaya bir tohum çizsin. Bu tohumu ekiyoruz, suluyoruz sonra bu tohum filizleniyor, ağaç oluyor, meyve veriyor desin. Sonra da şimdi sana ödev iki tane tohum ve o tohumlara ait ağaç yaprakları bul bir kağıda yapıştır bana getir diye çocuğu göndersin. O çocuk ne yapar? O tohumları arar mı? Belki. Yaprakları bulup yapıştırır mı? Belki. Peki bundan keyif alır mı? Hayır. Peki bir şey öğrenir mi???

Farklı bir açıdan daha düşünelim. Bitkilerle hiç alakası olmayan ve gökyüzünü merak eden bir çocuk olsun. Öğretmen bu çocuğa bir tohum verse ve bunu ek ve sula bakalım ne olacak derse ne olur? Hiç bir şey... O çocuk o tohumu ekmez!!!

Her çocuk ayrı bir bireydir, farklı şeyleri merak eder, farklı şekillerde öğrenir. Türkiye'deki eğitim sistemi maalesef bunu hiçe sayıyor. Sürü yetiştiriyor birey değil. Ama bizim çocuklarımız için yapabileceğimiz şeyler var!

Gözlerinde merak pıtırtılarını gördüğünüz ilk andan itibaren, çocuklarınıza rehberlik edin! Onları meraklarının peşinden sürükleyin! Sorduğunuz sorularla meraklarını arttırın. Okula da gitse peşini bırakmayın. Öğrenme hevesinin yok olmasına izin vermeyin....



Devamını Oku »